Patrik Schumacher has been a partner for a very long time at Zaha Hadid Architects London, presented his ideas and his work at Perloff Hall.
Author: Aras Burak
Shohei Shigematsu Lecture
Cezmi Or Residence
This is a test for preparing an animation for the project we are currently working on. As you can see we are not experts on animation making as Building Office but with the collaboration with producer Meltem Oznalci and moving to Los Angeles, you will see remarkable improvements in our moving images soon.
Gezi Parkı
RADİKAL BLOG
Bu yazı Gezi Parkı olayları patlak vermeden saatler önce Radikal Blog’da yayınlandı ve sonrasında İstanbul ve Gezi Parkı ile ilgili Türkiye’de çok şey değişti. Ancak Gezi’ye dakikalar kala ne düşündüğümü görmek açısından benim için de anlamlı bir yazı. Mesela yazının ismini Gezi koyamamam bence parkın o güne kadar ne kadar görünmez, ne kadar bilinmez oluşunun önemli bir göstergesi.
Radikal bugün (30 Mayıs 2013) İstanbul’a Central Park İstiyoruz sloganını manşete taşımış. Bu manşet, “Park olan bir yerin yine park olmasını istiyoruz” gibi de okunabilir, “Daha önceden zaten park olarak düşünülmüş büyük bir bölgenin daha görünür şekilde bir parka dönüştürülmesi talebi” olarak da.
Çocukluğumda Taksim’de olduğum zamanlarda otobüslerin durduğu alandaki basamakları tırmanmak hiç aklıma gelmedi. Ben bir İstanbullu olarak gezi parkına ilk defa 19 yaşımda mimarlık öğrencisiyken gittim. Sizce de burada bir gariplik yok mu?
Gezi Parkı’nı tecrübe ettiğimde ilk fark ettiğim şey kuzeye doğru yürüdükçe muhteşem bir boğaz manzarasının buradan görülebildiği olmuştu. Tam Intercontinental Otel’in dibinde, belediyeye ait gibi bir havası olan bir kafeterya hatırlıyorum, hala orada olmalı. Çok özel ve farklı bir yer İstanbul için Gezi Parkı.
Açıkçası parkın potansiyellerinin çok, çok altında bir kullanımı olduğunu görmemezlikten gelmek mümkün değil. Gerek AKM, gerek park konusunda AKP belediyelerinin, hükümetinin bir şeyler yapmak istiyor oluşu da bu yüzden çok normal.
Central Park ve Hyde Park, biz İstanbullular’ın Londra ve New York’da canlarını çok yakan iki yerdir. Bizde olsa buraya bina dikerler der dururuz. Radikal’in manşetindeki biraz naif Photoshop kolajını da bu özlemin, bu hayranlığın bir ete kemiğe bürünüşü olarak görüyorum.
Prof. Dr. Zeynep Ahunbay çok anlamlı bir yorum getirmiş bugün Radikal’in 5.sayfasına baktığınızda konuyla ilgili. Topografyanın park için genişlemeye uygun olmadığından, Gezi Parkı’nın zaten çok büyük olduğundan ve mevcut binaların çoktan devamlı bir parkın varlığını mümkün kılmayacak bir durum oluşturduğunu söylemiş.
Yukarıda birkaç aydır üzerinde çalıştığım İstanbul topografyasındaki farkları haritalanmış şekilde görüyorsunuz. Her renk deniz seviyesinden itibaren 3m’lik / 1 kat yüksekliğinde farkı temsil ediyor. Taksim Meydanı mavi ile gösterilen bölgede, metro durağının üstü oluyor ve tam 6km2‘lik bir alana bakıyoruz. Neredeyse 90m yüksekliğinde bir yer demek deniz seviyesine göre Taksim Meydanı’nın bulunduğu yer. Bu da kabaca 30 katlı bir bina demek, yani bir gökdelen.
Taksim ve çevresi, hatta İstanbul düz bir coğrafya değil. Dolayısıyla New York ve Londra gibi bir etki bırakan bir park yapmamız coğrafi olarak mümkün değil. Bu açık alanlara, büyük parklara sahip olamayız anlamına asla gelmiyor. Sadece aynı tipte bir park yapmak bizim şehrimize göre bir hayal olmayabilir.
Kanımca biz İstanbul’u yeteri kadar tanımıyoruz, var olanla bir şekilde yeteri kadar barışık da olamıyoruz. Bu yüzden sürekli New York’ta, Dubai’de arıyoruz cevapları.
İstanbul, Boğaz denen muhteşem bir boşluğa sahip. Bence bu boşluk Hyde Park’a denktir. Vapur ile geçtiğimizde hissettiğimiz ferahlık, ufku görebilmemiz çoğumuz için bir terapi gibidir.
Bu nedenle neden bizim bir Central Park’ımız yok, Hyde Park’ımız yok diye üzülmeyi çok anlamlı bulmuyorum. Buna rağmen var olan parklarımızı boş alan, israf, potansiyel bir alışveriş merkezi olarak görmemizi, gayrımenkullerin değerini yükselten bir unsur olarak tanımıyor oluşumuza da anlam veremiyorum.
Muhafazakarların Osmanlı’ya olan hayranlığı, Topkapı’nın asimetrik, parça parça bahçelerinden esinlenmek yerine batı usulü simetrik parkların inşası ile günlük hayatımıza yansıtılıyor. Bunu İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı Göztepe Parkı’na bakınca görmek mümkün.
Parkların eksikliğinden bahsettiğimizde benim daha çok ilgimi çeken Maslak İş Bölgesini Levent’e kadar bağlayan Büyükdere Caddesi ve çevresi oluyor. Burada bilindiği üzere askeri bir bölge var (çok şükür) ve bu sayede yeşil bir alana sahibiz şehrin göbeğinde. Denizden uzak olan bu mahallelerde yaya olarak Maslak’tan Levent’e ulaşmamızı sağlayabilecek büyük bir park çok değerli olacaktır. Topografya olarak yine yaklaşık 100m yüksekliğinde olan bu bölge bize daha geniş bir düzlük sunuyor. Rahatlıkla yürünebilecek bir mesafe plaza insanları tarafından sürekli araba ile katediliyor.
Trafiği yer altına almak
Taksim Meydanı’na geri dönersek, Korhan Gümüş’ün de daha önce dile getirdiği gibi, araç trafiğinin yer altına alınıyor oluşu dalış tünelleri mecburiyetini getiriyor ve bu dalış tünelleri meydan girişlerini daraltıyor. Araçlardan kurtuluyoruz derken aslında araçlar yüzünden fiziksel çevremizde çok büyük bir değişiklik yapıyoruz. Yayaları değil, aslında araçları hayatımızın merkezine koyuyoruz.
Taksim’in en hareketli ve yaşayan unsur olan İstiklal Caddesi’ni uzatmak, meydanın içerine almak benim bir mimar olarak yapmaya çalışacağım şey olurdu. Bu yüksek ihtimalle yürüyüşün devamı olarak görülecek ve insanları parka kesintisiz olarak getirecektir. Bu park illa ki simetrik bir batı parkı değil, belki de asimetrik bir kilimdir.
Taksim Meydanı’nın eylemlerde, kutlamalarda ne kadar coşkulu olabildiğini, Türk insanının heyecanına ayna tuttuğunu görmemezlikten gelmek mümkün değil. Bir tasarımcı gözünden, çok hızlı bir şekilde bir araya gelinebilecek ve güvenli bir şekilde dağılınılacak bir açık alan yaratmak önemli olurdu diye düşünüyorum. Bomboş, alabildiğine büyük ölü bir beton parçası yaratmadan.
Alışveriş Merkezi
Çamlıca’ya cami, Taksim’e alışveriş merkezi.. İhtiyaç var mı yok mu bunun otoritesi olarak biz tasarımcılar kendimizi görmektense, illa ki bir alışveriş imkanını yaratmak istiyorsak bunu nasıl en kullanışlı şekilde yapabilirdik diye düşünmek daha ilginç olur.
Bütün bu veriler bir araya geldiğinde, İstiklal Caddesi’nin ve Taksim oteller bölgesinin devamı olarak bir araya gelecek bir adalar bütünü olarak hayal ediyorum yeni meydanı mesela. Adaları oluşturan yolların vadiler gibi olması sayesinde yayalar -1 seviyesinde Karaköy gibi karanlık yeraltı yolları olmadan, cadde fonksiyonu gören yollarda “alışveriş” veya galeri gezme aktivitesini yapabilecekken 0 yani yer seviyesinde yeşil veya beton olabilecek boş alanlarda aktiviteler olabilecektir.
Var olan kullanımları koruyarak çok katmanlı bir meydan oluşturabilirsek ve bunun ölçeğini insan algısına uygun bir şekilde bölebilirsek bence sağlıklı çalışan bir meydana sahip olabiliriz.
Meydan’ın yönünü değiştirmek
AKM yıkılsın mı yıkılmasın mı tartışmasını önemsiz kılacak bir yöntem olarak meydanın yönünü AKM’den 90 derece kuzeye çevirerek Ceylan Intercontinental Otel yönüne vermek bir fikir olabilir. Bunu sağlamak için yeni park alanının sonuna yeni bir kültür merkezi AKM2 önerilir.
Yılbaşı kutlamaları, 1 Mayıs veya bir şampiyonluk vesilesiyle bir araya gelindiğinde AKM2 olarak tanımladığımız binanın balkonu bir sahneye dönüşebilirdi. Bu bina sadece bir kapalı kültür merkezi değil, aynı zamanda bu tip olaylarda kullanılan dışa açık bir şehir mobilyası gibi çalışırdı.
Tek fikir, tek doğru dünyası
İstanbul’u her türlü planlama sürecinde tek çözüme mahkum etmek bizi kısır bir noktaya götürüyor. Bu tip projeler mimarlar için çok heyecan verici imkanlar sunuyor sadece kağıt üzerinde bile kalacak olsalar sonsuza dek. Ağaçları tamamen taşıyarak, alışveriş merkezi ve hatta yeni bir kültür merkezi bile inşa ederek yani bütün sözde kırmızı çizgilerimiz aşılarak bile ilginç bir Taksim meydanı oluşturulabilirdi.
Kimine göre bu hala bir felaket senaryosu da olabilir. Onların da önerileri görülmeliydi.
Konu tek bir tasarımın, tek bir düzenlemenin tartışmasız dayatılması, buldozerlerin harekete geçmesidir. Farklı fikirlerin bir yarışma açılmadan, bir noktaya kadar geliştirilmeden bile dinlenmiyor oluşudur.
Bize Taksim Meydanı’nda bir tartışma ofisi kurmak yakışırdı, burada farklı maketler, sunumlar olabilirdi. İnsanlar değişik senaryoları görür hatta belki oy kullanırdı. Bu acele ne için? Partilerin, particiliğin bu kadar şehir planlaması içinde işi ne?
Sanırım artık Taksim için çok geç. Bir gün belki bizden çok sonra, başka birileri yeni bir Taksim yapacaktır. Dilerim ki duysunlar, dinlesinler farklı sesleri.
Bugün ne çizsem?
RADİKAL BLOG
Televizyonda mimarlıkla ile ilgili bir tartışma olduğu zaman çoğunlukla telefonum yerinde durmaz. Ardı ardına mesajlar yağar, “falan kanalı aç hemen” diye. Bu telaş sonrasında program bittiğinde görüşlerini benimle paylaşan dostlarımın ve ailemden insanların çoğu mimarlik egitimi almamış olsa da çok sağlıklı geri bildirimler yapar. Çünkü mimarlık ile ilgili bir görüş sahibi olmak için mimarlık egitimi almış olmanız gerekmez. Müzik, heykel ve modada da olduğu gibi.
Yine böyle bir akşamdı geçtiğimiz perşembe akşamı. Mehmet Ali Birand’ın 32. gün programında Üsküdar Belediye Başkanı, projeleri ile birlikte programa gelmiş renkli bir mimar, İşbank, Ankara’da Halk Bankası ve MetroCity binalarını yakından tanıdığınız Doğan Tekeli ve bir akademisyen konuktu.
Program bir şekilde bana son zamanlarda çok popüler olan modacılar ve İvana Sert’in bugün ne giysem şovunu düşündürttü. Bir tür aşağı görme şekli olarak değil, aksine sağlıklı bir örnek olarak. Moda, müzik için var olan bilincin mimarlık için ne kadar eksik olduğunun en kolay şekilde altını çizebilmek için.
“Üsküdar tarihi bir belediyedir, buraya modern bir cami olmaz” diyor başkan. “Bırakın ibadet edenler kendileri seçsin dinsizler değil” demeye kadar getiriyor bu projeyi. “İbadethaneyi tasarlayan inançlı olmalı” diye de ekliyor. Mimarlık konuşulmuyor. Her konuda oldugu gibi yine bir particilik, yetmez ama… tavrı hakım programa. Ayrıca “Yarışma süresi çok kısaydı, tecrübesiz gençler iyi bina yapamaz” gibi katılamayacağım görüşler de dile getirildi. En usta mimarların bile yaptığı projeler ilk ayda aldıkları şekil ile inşa edilmezler. Zaman konusunda bir endişe duymak yersiz.
Birand bir yarışma daha yapalım dedi, “Hepimiz aynı fikirdeyiz değil mi?” dedi. “Yapalım” dendi. Futbol programlarında denir ya bu maç günlerce oynansa yine bu skorla biter diye, işte öyle bir durum ile karşı karşıyayız oysa ki biz. İster dunyanın en kapsamlı, sanatçıya, kamuoyuna ve siyasilere saygılı yasaları çıkarılsın, ister dunyanın ve Türkiye’nin en iyi mimarları bu yarışmaya katılsın sonuç aynı olacaktır.
Bir sıkıntı varsa bu kanımca mimarlığı bir çeşit pasta yapım süreci olarak algılamamızdan dolayı ortaya çıkıyor.
Benzer bir yayın biraz daha dinamik bir şekilde Habertürk’de gerçekleştirildi bir hafta kadar sonra Fatih Altaylı tarafından. Orada da İlber Ortaylı, Han Tümertekin, Emre Arolat ve Sinan Genim vardı. Bizim sınıf lisenin en haylaz sınıfıydı, bizim zamanımızda gençlik çok başkaydı tavrı hakimdi genel olarak programa oradaki en üretken insan olan Emre Arolat’ı ayrı tutarsak.
Kanımca mimarlık kitabına göre yapılan bir meslek değil, bu yüzden Mimar Sinan’ın yaptıklarını o çağın bir yansıması olarak görebiliriz. Bugün mimarların yaptığı, bir ayna tutmaktan başka bir şey değil günümüz dünyasına. Çalışma şekillerimiz, ürettiklerimiz bugünün dünyasının şekle şemale bürünüşüdür.
“Bugün ne giysem?” üzerinden görüşümü belirtmek istememin özel olarak sebebi moda konusunda mimarlığa göre daha duyarlı bir toplum olduğumuza inanıyor olmam. Moda yeni kumaşların ve dikiş tekniklerinin geçmişten gelen çizgiler ile birlikte çalışabildigi, kıyafeti taşıyan insanın konforunun, güzelliğin ve gösterişin de her zaman göz önünde bulunduruldugu bir alan.
Ben bir modacıysam ve Eda Taşpınar’a kıyafet tasarlıyorsam içinde dekolte, yırtmaç olmayan son derece sönük, renksiz bir kıyafeti giymesi için onu ikna etmem çok güçtür. Aynı şekilde Emre Kongar’a zorla lens taktirip, sakalına ustura ile girişirsem, dikey çizgili ekonomist gömleği ve kravatla gezmesini tavsiye edersem bu iki insanın ruhunu ezmiş, onları kendime göre bir görüntü içerisine sokmuş olurum. Binalar da kıyafetler gibi ifade eder içerisindeki insanları. Havalandırması, güneş alışı, kendine has oluşu, havalı görüntüsü ile kiyafetlerimizeki gibi bizi cevre koşullarından korur, arzu ettiğimiz kadar mahremiyet sağlar.
Yine herkesin anlayabileceği bir çeşit “moda” konusu olan futbol formalarından yola çıkarsak, Galatasaray futbol takımına yarınki maçta 1946’da giydiği formayı giydirip, 1970’den kalma bir futbol topunu verirseniz ne Elmander kalır, ne Muslera futbol sahasında. 90 dakikalık kullanım için tasarlanan kıyafetler seneler içinde endüstrinin yardımı ile hafiflemistir, futbol topları mühendislik ile günümüzde olabilecek en ideal şekle sokulmuştur. Özel yıllarda üretilen nostaljik formalar bizi yalnızca gülümsetir. Konu bir takımın forması ise önemli olan yanlızca armanın eski ile aynı olmasıdır. Son yıllarda renklerini bile deplasman formaları için gerçek renklerinden tamamen farklı seçen büyük kulüplerimizi görüyoruz. Mor formalı bir Galatasaray daha az mı Galatasaray oluyor?
Biz mimarlara “Bugün ne çizsen?” diye sorduğunuzda bu sorunun cevabını akıl mantık sınırları içerisinde ancak “Bugün ne giysem?”e verdiginiz cevap gibi bir tavır içerisinde cevaplayabiliriz. 1500’lü yıllardaki kıyafetler ne kadar da güzeldi ya bugün yemeğe büyük büyük dedenin ceketiyle gel bence şeklinde bir cevap düşünemiyoruz değil mı? Bunu illa ki giymek isteyen birisi olursa diğer kıyafetlerine göre çok daha rahatsız bir şekilde oturacağını, ortamda bir piyes düzenlenmiyorsa çok abes gözükeceğinin farkında olur.
Camiyi kullanacak insanlar elbette ihtiyaclarını en iyi şekilde karşılayacak, huzur içinde ibadet edecekleri bir yapı isteyecek ve her tasarım aşaması bunun etrafında geliştirilecektir. Karacaahmet Mezarlığı’nın girişideki modern caminin içi bana bir lüks restoranı anımsatıyor, modernin de iyi ve kötü örnekleri olacaktır.
Minarelere bugün ne kadar ihtiyaç duyuyoruz? Kubbesiz bir cami güzel ve görkemli olamaz mı? Çok uzağa gitmeye, yeni bir yarışmaya gerek yok, yarışmada ikinciliği kazanan proje ile paylaşan Tabanlıoğlu geçmişli genç mimarlar Süleyman ve Nihal Akkaş’a ait tasarımda olduğu gibi farklı bir çatı önerdiğini görebilirsiniz kubbe yerine. Bu demek istediğim şey için bence – hatta jüri tarafından da garip bir şekilde kazanan proje ile aynı değerde görülmüş – fevkalade bir örnek. (Çamlıca Cami’si yarışmasında yukarıda gördüğünüz proje de jüri tarafından kazanmış gösterildi, ancak bu projeden basında yeterince bahsetme ihtiyacı da görülmedi)
Bugün ne çizsem derdine düşen bir mimarın bulacağı ideal, herkesçe doğru kabul edilecek, tek bir cevap olamaz, moda dünyasında da olduğu gibi. Bu işin doğasını bu şekilde kabul edebildiğimiz vakit önerilmiş herhangi bir binanın performansını daha rahat sorgulama fırsatımız olur. Emre Arolat’ın da Fatih Altaylı’nın programında yakındığı gibi, medyadaki tartışmalar (konuşanlar mimar olsa da) genellikle mimarlığın konusu değil.
Mimarlar, diğer alanlardaki tasarımcılar gibi, sizlerin heyecanlarını, birikimlerini kullanışlı, estetik bir sonuca ulaştırmak için varlar. Ancak iradeleri var olan tasarımcılar, sosyal ve politik konumlanışlarının da doğrultusunda: kendilerince gerektiğinde daha iyisinin olabileceğini savunurlar. Bu yüzden daha ilginç olanın yapılabileceğini de söylemeleri ve buna bağlı yeni bir ürün sunmaları da gayet normal değil mi? Bence mimarlar için de konuşmaktan çok yapılması daha işe yarayacak olan üreterek cevap vermek olacaktır. Tasarımcılar, önerileri bazen çok saçma bile olsa, belden aşağı vurulmadan, tasarlanmış üründen alakasız kriterler ve tartışmalar gündeme getirilmeden, tasarımlarına tahamül edilebilmesini bekler.
Şehir planı ve binalar her zaman kamuoyunun ilgisini çeker, ortaya çıkan ürünlere karşı beğeni ve olumsuz eleştirileri belirtmek de herkesin en doğal hakkıdır. Bu yüzden Bugün ne giysem? seviyesinde tartışmaların olması herkes için bir şanstır. Ancak mimarlık mesleğinin nasıl yapılacağı tartışılacaksa bu tartışmanın yapılacağı yer gözlük sapı çiğnenen ve senede bir gece yayınlanan politik tartışma programları değil, üniversiteler değil midir?
TekeTek: İlber Ortaylı, Emre Arolat, Han Tümertekin, Sinan Genim (TVarsivi)
Tarih hayal edeni değil…
RADİKAL BLOG
Mimarlık toplum tarafından zor bir yerde konumlandırılmış bir meslektir. “İnşaat mühendisi inşa ediyorsa, hesabı kitabı yapıyorsa siz ne yapıyorsunuz?” “İç mi dış mı abi?” gibi sorularla sık sık karşılaşır mimarlar Türkiye’de. Mimar bir orkestra şefidir diye bir cevap hazırda tutarım ben de. Hiçbir enstrümanı aslında tam anlamıyla çalmamasına rağmen, bütün enstrümanların bir arada güzel bir ses çıkarabilmesi için çabalar. Bu çaba ülkemizdeki enstrümanların akorlarına verilmiş kalıcı hasarlar ile kolay kolay başlarında yetenekli müzisyenler bile olsa güzel bir bestenin bir başyapıta dönüştürülebilmesine engel oluyor.
Muhafazakarından liberaline büyük bir çoğunluk son yüzyıldaki bir inşa edememişlikten şikayetçi. Bu inşa edememişliğimizin pek çok nedeni var, en başta modern mimarlığın ehil olmayan ellere verdiği beton ile çok hızlı inşa edebilme yetisi geliyor. Her önüne gelen, en hızlı şekilde inşa edebildiğinde, üstüne kontrolsüz bir şekilde hayati sebeplerden dolayı plansızca hareket ederek, tek noktaya akın eden bir nüfusunuz da olduğunda çığrından çıkmış bir fiziksel çevrede yaşamaya başlıyorsunuz.
Sık sık mimar kişiye sorulur: sen olsan nasıl düzeltirdin bu şehri? Aklı başında olan mimarlar buna “şehirler düzeltilmez” diye cevap verir. Soruyu soranda ise bir burukluk olur ister istemez. Oysa ki hiç üzülünecek bir durum değil bu. Mimar havlu attığı için, artık bir şey yapamayacağı için vazgeçmemiştir. Mimar, düzeltmeye çalıştığında, özellikle son yüzyılda felakete, felaketlere yol açtığını fark etmiş, bundan öğrenmiştir.
TOKİ formülü Brezilya’ya ithal edilecek deniyor. TOKİ’nin yaptığı şey Avrupa’da, Amerika’da, Rusya’da, Çin’de, Hindistan’da… dünyanın her yerinde hatta Türkiye’de bile yer yer uygulanmış, başta hep göz kamaştırmış ancak bir iki onyıl içerisinde korkunç sonuçlar doğurmuş bir uygulamadır. Bu konuyla özel olarak ilgilenen okuyucuların TEAM10 adlı mimari grubun çok rahat göz gezdirilebilecek kitabına göz atmalarını öneririm. Bu grup tarafından modern mimarlığın geçtiğimiz yüzyılda yaptığı yanlışlar masaya yatırılmış, elde edilen sonuçlar karşısında ilginç projeler üretilmiştir.
Toplu konutlar çizim masalarında, canlandırmalarda göz kamaştırır. Aidiyet duygusundan yoksun toplu yaşamlar zamanla usandırır, yorar. Binanız eskimeye başladıktan sonra bu tip devasa binalar kaçınılmaz olarak toplu suç merkezlerine, orta hallilerin bile yaşamayı arzu etmediği yerlere dönüşür. Nadiren bunun tersine hayatta düzgün şekilde kalabilmiş yatırımlar olabilir. Bu konuya başka bir yazıda daha derin şekilde girebiliriz.
Mimarlar hayal kurar. Yaşam mimarları da kurmalıdır. Herşeyden önce mimarı farklı kılan hayal kurmayı bilmesidir. Ali Ağaoğlu’na da kötü bir haberim olduğunu söylemeliyim: tarih yalnızca hayal kuranları yazar.
Rem Koolhaas, Zaha Hadid, Daniel Libeskind, Lebbeus Woods, Peter Eisenman, Peter Cook inşa ettiklerinden çok hayal ettikleri ile kazımıştır tarihe isimlerini, kariyerlerinde senelerce inşa edememiş, inşa ettiklerinde de var olan inşa etmedikleri yüzünden farklı binalar üretebilmişlerdir.
Frank Lloyd Wright’ın Şelale Evi’nin balkonu çöküyor, Kisho Kurokawa’nın Nakagin Kapsül Kulesi işe yaramadıkları için yıkılıyor. Herhangi bir manevi nedenden, değersiz oldukları için veya beceriksizlikten ötürü değil, hiç bir fiziksel varlıksonsuz bir ömre sahip olamayacağı için.
Bir binayı, bir objeyi korumak, özel olarak batıda gelişmiş bir kültür. Yunan tapınaklarını olduğu gibi korumaya çalışmak, Fransız katedrallerinin elini yüzünü her sene silmek, bembeyaz tutmak için… Japonya’da Ise tapınağı her 20 yılda bir insanlar tarafından yıkılıyor, 20 yıllık ömür sonlanmadan, var olan tapınağın tam karşısına bir önceki tapınağın tıpatıp aynısı yapılıyor ve bu döngü yüzyıllardır devam ediyor. Binaların da ağaçların yaprakları gibi ömürleri vardır der doğuda Metabolist hareketini kuran mimarlar.
Ancak gerçekleşip gerçekleşmesini umursadığınız sürece tabi ki hayal etmenin de bir usturubu vardır. Mimarlar okulda hayal etme yöntemlerini ve bunları gerçeklere karşı (fizik kanunları, bütçe, teknoloji, inşa edilebilirlik, yasal kısıtlamalar) sınama yöntemlerini de öğrenir.
Tarihe geçmek tasamızsa içleri rahat olmalıdır ki yaşam mimarlarının tarihe geçişi yalnızca hayal edemedikleri yüzünden olacaktır.
Bunca konut reklamı, Tuvalete 5dk, Osurium Yaşam Merkezleri, 4:3, Beyaz Atlı Prens, Katlanıp cebinize sığan ev… Hangisi size bir mimari bir fark sunuyor? Planlarına baktığınızda göreceksiniz ki az çok bütün binalar aynı, ruhumuzu yordukları illet reklamları ile kalıyorlar. Birbirleri arasında garip garip özellikler bulup fark oluşturmaya çalışıyorlar.
Mimarlığın yoğun şekilde gündemi işgal edebildiği şu günlerde yaşadığınız yerden komşunuzun Jennifer Lopez olmasından fazlasını beklemenizi öneririm.
Çakma Aydın
RADİKAL BLOG
Herhangi bir fikir sahibi insan için bundan da fazlasını adeta tanımlayan aydın olma yakıştırmasının devamında yapılması beni hep çok rahatsız etmiştir. Bu bazen kişinin kendi tarafından, bazen de dışarıdan yakıştırma sonucu gerçekleşen bir yükselmenin sonucu. Mutlaka belirli bir kuşak ve politk görüş için aydın kelimesinin farklı anlamları, tanımları var. Bu tanımalamayı, bir çeşit onurlandırmayı kazanmak neye ve kime göre oluyor bunu kimse net olarak bilmiyor sanıyorum ki. O zaman neden israrla kullanılıyor televizyonlarda, gazetelerde bu demode tanım? Bilgiye ulaşmanın, dünyayı gezmenin zor olduğu dönemlerde mutlaka aydın olmak daha mümkün ve değerliydi. Aydın olmak, aydın tavrı göstermek bu coğrafyada bir gazeteci refleksi, bir çeşit ermek.
Bir grup genç yazarın da haber kanallarında, gazete köşelerinde ne kadar engin bir genel kültüre sahip olduklarını bizlere anlatmaya çabalıyor oluşu pek çok hakim olmadığımız önemli konuda da yarım yamalak bilgiye sahip olmamızı sağlıyor. Kendilerinden önceki kuşaklarındaki abileri, ablaları gibi olmanın başarının anahtarı olduğunu düşünen bu kuşak, pek çok görüşünün başına “Bir aydın olarak beni, seni…” ekleyerek bir çeşit üst tondan biz okurlarına, izleyenlerine hitap ediyorlar.
Mesleğim olan mimarlık konusunda olan bilgim, çakma aydınlar hakkındaki görüşlerimin, bir çeşit önyargılarımın da oluşmasına bir araç oluyor sık sık. Bilirsiniz “Dünyada böyle bir örnek yok…”, “Benden iyi bunun acısını kimse bilemez..” gibi cümleler çıkar bu tip türlü görüş sahiplerinin ağzından sık sık “…acaba benim kadar kitap okudun mu?” şeklinde sonlanır. Oysa ki ne kadar okursa ve görürse görsün, bir insanın küçük dünyasında, iki küçük göz ile gördükleri, eş dost çevresinden duydukları, kısacık hayatında yaşadıkları, büyük yargılara varabilmek için kanımca sahibi kim olursa olsun yeterli değildir. İnsan aklının kapasitesine çok aykırıdır pek çok yapılmış iddalı, büyük saptama. Bu yüzden bilimsel yaklaşım, kolektif düşünmeye yardımcı olur ve daha güçlü, daha sağlam bir görüşe yaklaşırız.
Cüneyt Özdemir’in “Çakma Çamlıca Camii” yazısını okuduğumda bir kez daha yerimden sıçradım ve Radikal Blog’da oluşturduğum profilime koşa koşa gelip sarıldım.
Öncelikle sözkonusu proje için bizzat bir proje yapıp yarışmaya katıldığımı, bir ödül de kazanamadığımı belirtmek isterim. Mimarlık güç sahibi insanlara insancıl, kendince en güzel şekilde bir uygulama yapma yolunda yardımcı olma mesleğidir. Yani bir hizmettir mimarlık. Benim için paragraflarca yazacağım bir yazı, açacağım davalar değildir bu proje ile mücade etmenin yolu. Var olan enerjiyi (maddi güç ve politik kararlılık) güzel bir yapıya dönüştürebilseydik, ne mutlu. Nitekim ikincilik ödülünü paylaşan Süleyman ve Nihal Akkaş’a ait tasarım yeni teknolojilerin kullanılarak minaresine rağmen yeni bir cami inşa etmemiz için bir fırsat olabilecek kapıyı aralayabilirdi. Maalesef olmadı.
“Çakma Çamlıca Camii” yazısına dönersek, Özdemir, kişisel dostluğu olan mimarlardan ve biz mimarlar için çok büyük bir şans olan mimarlığa olan ilgisinden de güç alarak haklı bir isyanda bulunmuş. Demiş ki bu ne rezalettir. Haklıdır da. Yine de bir bilgisizlik, tavır sorunu görüyorum genel olarak köşe yazarlarımızda ve bu yeni nesil yazarlarda oldukça bu konuda daha da çok endişeleniyorum.
“İnanın mimarlıkla yakından ilgili biriyim” diye girdiği “tarihe gönderme yapılan rakam diye bir şey hayatımda ilk kez duyuyorum” tavrı ile ilgili olarak Radikal okuyucularını bilgilendirmek isterim ki bu mesleği yapan çok insan için özel bir mimar olan Daniel Libeskind, hiç de marjinal olmayan, mimarlıkla az da olsa ilgili bir insanın bileceği bir yarışmada 9/11 sonrası New York’da Dünya Ticaret Merkezi projesi için 1776 feet yüksekliğinde bir kule önermiştir ve kazanmıştır, bu tarih ise Amerika Birleşik Devletleri’nın kurtuluşunu temsil eder. Sadece bir rakama gönderme olduğu için bir projeye karşı çıkma tavrını benimsemek ne kadar doğrudur? Bu mimarlıkta bir yöntemdir, üsluptur. Uygulamak, beğenmek kişilere kalmıştır.
Beni yerimden sıçratan bir başka konu ise Özdemir’in yazıda sık sık gündeme getirmekten hoşlandığı annesinin başörtüsüne sahip olması konusu. “Başörtüsü konusunda ne kadar hassas olduğumu hatırlatmama gerek var mı?” diyor okuyucuya, hayır kesinlikle yok demeliyiz kendisine. Çünkü bu anlamsız özel hayatına ait bilgi ile sık sık karşı karşıya kalmak bizi geriyor ve hatta canımızı sıkmaya başlıyor artık. Rumuz ile katılınan bir mimari yarışmada benim bir katılımcı olarak bile aklıma gelmeyen bir şeyi bir hakikatmiş gibi sunmak Özdemir’in kendini konumlandırdığı noktada çok ilkel bir düşünme şeklinin sonucu oluyor bence. Jürinin ve proje işverenlerinin seçtiği projenin başörtülü bir mimara ait olması ancak gözle görülemez bir bağın, paralel dünya görüşlerinin sonucu olabilir, benim için üzerinde durulmaya değmeyecek bir tesadüften ibarettir. Ülkemizde dünya kalitesinde bir mimarlık ofisi olan Superpool’un başında başörtülü bir mimar vardır ve araştırılırsa görülecektir ki Türk mimarlarını, sanatçılarını heyecanlandıran işlere sadece bir kaç yılda imza atmışlardır. Aynı şekilde çok açık dünya görüşlerine sahip başörtülü mimarlar tanıdığımı belirtmekten bile utanıyorum, hatta bunu yazdığım için bile bir şekilde ayrımcılık yaptığımın farkındayım. Maalesef içinde bulunduğumuz ülke bizlere bunu söyletiyor. Konunun başörtüsü ile uzaktan yakından alakası olamaz, mimarlığı bari bu düzleme, bu seviyeye çekmeyelim.
Daha önce Taksim’deki Divan Oteli konusunda da sırf yabancı diye bu mimarı seçmişsiniz, Türk mimarları bir harika demiştir Özdemir. Yine mimarlığın elinizde tuttuğunuz pasaportla, DNA’nızın içeriğine dayanılarak iyi veya kötü olarak tanımlanması mümkün değil. Müzik gibi, bu işin doğasına aykırı. Türbanlı, türbansız / yerli, yabancı, kadın / erkek şekilde iyi mimar ile kötü mimar ayrıştırılamaz.
Çakma aydın tanımı Özdemir özelinde değil, ne yazık ki bugünün dünyasında kendine hala aydın deme özgüvenine sahip herkese yakışıyor. Aksine Özdemir’in böyle bir iddası olduğuna, kendine böyle bir yakıştırmada bulunmasına şahit dahi olduğumu hatırlamıyorum. Bu bir yaklaşım, rahatsız eden demode bir tondur. Bu seviyede yürüyen tartışmalar benim mimarlık konusunda bu şekilde dikkatimi çekiyorsa siyaset, hukuk, sağlık gibi hayati konularda nasıl ilerliyordur merak ediyorum.